“Hikmet abi! Son günlerde bir soğukluk var aramızda. Üstelik... Bir bana karşı böylesin, biliyorum.”
“Yok ne soğukluğu, canım sıkkın, belki ondandır.”
“İnkâr etme! O mesele değil mi?”
“Hangi mesele?” Anlamazlıktan gelmeyi denedi önce. Sonra “Ha evet. Ne zamandı mahkemen senin?”
“Haftaya. Salı günü. Bir çay içelim mi?” Bir soru gibi çıkmamıştı sesi. “Selim! İki çay getirsene bize.”
“Tamam abi. İki dakkaya geliyor.”
Adem duraksadı bir süre. Hikmet'le göz göze gelmeyi umdu. Bazen konuşmamız gereken bir konu vardır, havadan sudan söz etmek içimizden gelmez.
“Beni suçluyorsun değil mi? O adamı kurtaramadım diye.”
“Kurtarmadın mı kurtaramadın mı?” Gözleri büyüdü, öyle ki biraz dikkatli baksanız damarları seçiliyordu. “Bak Adem... Sen bir itfaiye erisin. Görevin insanları kurtarmak, onları yargılamak değil.”
“Biliyorum, Hikmet abi biliyorum.”
İki elini kavuşturdu masanın üstünde, öyle devam etti:
“Hem... Nereden bilebilirdim o adi herifle karşılaşacağımı.”
“Bilmen gerekmiyor. Alevlerin arasında kimin olduğu, nasıl biri olduğu önemli değil.”
“Biliyorum. Elimden geleni yaptım zaten, karısı, çocukları hepsini kurtardık. Bir tek o...”
“Arif anlattı, önde sen varmışsın. Görmüşsün adamı. ‘Kurtarmak mümkün değil.’ demişsin. Çok uzakmış.”
“Ama öyleydi.”
“Bak Adem... Sana güvenirim. Zor bir görevde yanımda görmek istediğim birkaç arkadaşımdan birisin. Ama kadın ifadesinde ‘Kocam bizden çok uzakta değildi. Sesini duyuyordum.’ demiş.”
“Sesini duyuyor diye yanında olmuyor ki Hikmet abi.”
“Peki vicdanın rahat mı bana onu söyle.”
“Rahat tabi... Ne diye suçluluk duyacakmışım?”
Sesi boğazında düğümlendi. Yutkundu. İçi hiç de rahat değildi. Gerçekten elinden geleni yapmış mıydı? Evde adamla yüz yüze geldiği anı hatırlamaya çalıştı. Bir öfke kabarmıştı içinde. İlahi adalet, diye düşündü. Oysa ilahi adalet dediği şeyin içine bir insan elinin girmesi ne kadar da korkunçtu.
Merdivenlerden inerken bacaklarında bir hissizlik duyumsamıştı. Birini geride bırakmak ve şimdi aşağıda onu bekleyen ailesine “Kurtaramadık.” demek. Birçok kez şahit olmuştu buna, bu seferki farklıydı.
“Görevime son verebilirler, değil mi?”
“Bilmiyorum, o da bir ihtimal tabii. Ama ümitsizliğe kapılma hemen. Bakarsın bir şey olur.”
“Nasıl bir şey?”
“Ne bileyim, bir şey işte.”
...
Duruşma saati gelmişti. Adem ayağa kalktı, üstünü başını düzeltti. Hikmet de gelmişti. İçeriye doğru uğurlarken umut veren bir bakış vermek istedi ona. Ama insan umutluyken nasıl bakıyordu ki? Bilemedi.
Mustafa Eren Karaçal
Comments